
Tüm kaygılarımı zaman yaratıyor, geçmişe geleceğe dair.
Mazinin hakkını verememişlik ağırlığı olan bir gölge gibi şimdi omuzlarımda. İnsanlar pişman olmamayı nasıl beceriyor anlamış değilim. Her iki düşüncemden biri sanki ‘Keşke o zamanlar bunu bilseydim’le ilgili. Gerçi daha iyi mi olurdu ya da gerçekten bilsem neleri değiştirebilirdim kısmı da büyük bir muamma. O ‘zaman’ sahip olduğumuz şansları zamanında kullanamamak duman çıkarmadan yakıyor benliğimi.
Bir de yaptığın her işte, aldığın her kararda işin içine giren ‘ne kadar zamanım var’ sorgulamaları… Bu tip soruları kendimize sorduğumuzun farkında bile değiliz. En azından ben değilim. Sanki gündelik hayat gerekliliklerinden biri gibi. Ne bileyim, uyanınca saate bakmayan insan var mıdır? Evimdeki tüm saatlerin senin eve gelmeni beklediklerini bilirsin ve kapıyı açar açmaz ‘nerden kaldın?’ diye sorarcasına vururlar akrebi yelkovana.
Şu geçmişleri geleceklerle uzlaştırmanın bir yolu olsaydı keşke. Biri çıkıp bunun açılımı yapan bir enstitü kursaydı keşke. Ne bileyim, toplumlar ders kitaplarından çıkıp insanları aynı kalıplara yerleştirmeye çalışan psikologlar yerine, geçmişi bir saati tamir eder gibi titizlikle inceleyen uzlaşmacılar yetiştirselerdi. O zaman, vakit kaybı olarak değerlendirdiğimiz hayatlarımızın büyük bir kısmının aslında bireylerin olgunlaşmasındaki yeri hakkında konuşur olurduk.
O zaman insanlar ‘Olsun’ları geçiştirmek için değil de yerinde ve anlamıyla kullanırlardı. Yine o zaman, birbirimizi, bavullarımızın görünüşüyle değil de içindekilerle kucaklardık.